Feminist Barış Yaklaşımları Üzerine Bir Deneme: ‘’Ebedi Barışın’’ Sağlanması
Feminist Barış Yaklaşımları Üzerine Bir Deneme: ‘’Ebedi Barışın’’ Sağlanması
Zafer Koç
Savaş, barış ve
güvenlik kavramları başta uluslararası ilişkiler olmak üzere sosyal bilimlerde
çokça tartışılan, üzerlerine çeşitli anlamlar yüklenen terimlerdir. Savaş,
barış ve güvenlik onları yorumlama biçimimize göre belirli bir süreç içinde
başkalaşmakta, başkalaştığı her süreçte de farkında olmaksızın çeşitli
alanların meşrulaştırılmasına ve dönüştürülmesine sebep olmaktadır. Güvenlik
terimine yüklenen anlam; kimin güvenliği, ne tür güvenlik, güvenlik nasıl
sağlanmalı gibi sorularla ve bu sorulara getirilen yorumlarla başkalaşarak
farklı alanlara da meşruiyet kazandırabilir. Devletin güvenliği merkeze
koyulduğunda ve karşısına terörizm gibi bir düşman getirildiğinde ‘’güvenliğin
gerekliliği’’ için devletin yapacağı her aksiyon meşrulaşacaktır. Devlet gerek
dış müdahaleler ile çeşitli ülkelerin egemenlik haklarını ihlal edecek, gerekse
iç politikada halkına karşı daha otoriter davranma hakkı kazanacaktır. Savaş
denildiğinde göz önüne gelen resmin tasviri savaşları meşrulaştıran sebeplerden
biridir. Tarihte kahramanlık vurguları ile anlatılan savaş başarıları, ulus
devletlerin vatan sever kurtarıcıları ve kahramanları, savaşçı milletler,
yaşanan yıkımlardan ve acılardan daha çok ön plana çıkartılmaktadır. Hegemon
güç ve dünyanın aydın yüzü ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda bir kurtarıcı ve kahraman
olarak rol aldığı empoze edilirken, yalnızca Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan
bombalarla yaklaşık 250.000 sivilin hayatını kaybettiği pek hatırlanmak
istenmez, savaşın acı yüzü çoğunlukla gölgelenir. Sahada kazanılan savaşlar
masada kazanılan savaşlardan daha epiktir. Masaya oturarak kazanılan savaşlar
daha ‘’pasifist ve feminen’’ görülürken sahada kazanılan savaşlar gerçek
başarıları temsil eder ve maskülendir. Dolayısı ile henüz barıştan dahi söz
etmeksizin; nasıl savaşıldığı, savaşın nasıl sonlandırıldığı, savaşta hangi
yöntemler izlendiği bile ataerkil normlara göre tanımlanmaktadır. Geçmişten
bugüne kadar süregelen bu söylem alışkanlıkları barışı ‘’kadına özgü’’ olarak
gösterirken kadını da ‘’doğası’’ gereği barışçıl olarak nitelendirir. Bu
sebeple hangi terimi nasıl nitelendirdiğimiz, ona atfettiğimiz anlam, terimin
toplumdaki tezahürü terimin kendisini ve toplumun ona bakışını şekillendirerek
başkalaştırır. Bu makalede tüm bu kavramların oluşumu, onlara söylemle
kazandırılan anlam ve toplumda ifade ettikleri düşünce feminist yaklaşımlar
çerçevesinde eleştirel olarak incelenecek, uluslararası sistemde feminist barış
yaklaşımları ele alınacaktır. Feminist barış yaklaşımlarına öncü kabul edilmesi
sebebi ile Barış ve Özgürlük İçin Uluslararası Kadın Birliği’nin (WILPF)
eylemlerine de çeşitli örneklemeler üzerinden yer verilecektir.
Uluslararası
İlişkiler bir disiplin olarak Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile tekrar
böyle bir yıkımın olmaması için kurulmuşsa da geçmişi ulus devletlerin temellerinin
atıldığı 1648 Westphalia Barışı’na kadar dayandırılır (Özlük, 2014). Bazı
akademik çevrelere göre ise milattan önce (MÖ) 431-404 yılları arasında yaşanan
Peloponez savaşlarına kadar dayandırılır (Arı, 2002). Her ne kadar uzun bir
geçmişe sahip olsa da yaklaşımları ve yöntemleri açısından yakın zamana kadar
pek çeşitlilik gösterememiş bir disiplindir. İdealizm-realizm tartışması ile
başlayan disiplinde realizm bir süre başat olarak disipline hâkim olmuş, gelenekselci-davranışsalcı
yöntem tartışması ile devam etmiştir. 1979-1990 arası dönemde ise
neorealizm-neoliberalizm yaklaşımları disiplini domine etmiştir. Dolayısı ile disiplin içerisinde farklı yaklaşımların
ortaya çıkması 1990’lı yıllara kadar mümkün olmamıştır.
Pozitivist-Postpozitivist yaklaşımların ortaya çıkışı ile uluslararası
ilişkiler içerisinde çeşitli yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamış, feminist
teori de kullandığı yöntemler sebebi ile postpozitivist cephede yer edinmiştir
(Doğan, 2016).
Pozitivizm-
postpozitivizm tartışmaları ortaya çıkana kadar ikililiklerin disipline hâkim olduğu
görülmektedir. Bir kavramın ya siyah ya da beyaz olduğu, bir şeyin ya var ya da
yok olduğu kabulü üzerinden disipline yaklaşılmış, herhangi bir kavramın nasıl
ortaya çıktığı, onu oluşturan tarihsel, kültürel, toplumsal ve ekonomik arka
plan çoğunlukla görmezden gelinmiştir. Savaş, barış, güvenlik, diplomasi gibi
kavramların ne oldukları, neye yaradıkları ve nasıl oluşturulduklarından ziyade
‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ ayrımı yapılmış, griler görülmeksizin yorumlanmıştır.
Savaşın olmayışı ‘’barış’’, çatışmanın olması da ‘’savaş’’ olarak basitçe
tanımlanmıştır. Güç ve iktidar ilişkilerinin oluşumu, devletin oluşumu,
uluslararası sistemin inşası ezbere dayalı bir şekilde geçmişten getirilen
ataerkil normlar üzerine inşa edilmiştir. Toplumsal cinsiyet güç ilişkileri her
zamanki gibi görmezden gelinmiş, kadınlar sisteme dahil edilmemeye
çalışılmıştır. Fakat Michel Foucault’un Cinselliğin Tarihi (The History of
Sexuality) isimli eserinde değindiği gibi; cinsellik ve cinsiyetin insanın
özünü oluşturan en özel değerler olmasına rağmen güç-iktidar ilişkileri bu öze
dahi müdahale ederek toplumsal cinsiyet normlarını belirlemektedir. Foucault’a
göre bu ‘’öze’’ ulaşmak insanın da ‘’özüne’’ ulaşmak demektir, dolayısı ile
insanın ve insana dair ilişkilerin işlendiği uluslararası ilişkiler
disiplininde toplumsal cinsiyet güç ilişkilerinin görmezden gelinmemesi
gerekmektedir. Aksine, bu güç ilişkilerini disiplinden dışlayan ve sistemin
inşasını başlangıçta bunun üzerine kuran düşünce ve söylem analiz edilmeli,
karşı söylem ile dönüştürülmelidir.
Feminist teorinin
uluslararası ilişkiler akademik literatürüne girişi esas olarak 1990’ları bulsa
da feminist çabaların geçmişi çok daha eskidir. Bugün WILPF olarak bildiğimiz
Barış ve Özgürlük İçin Uluslararası Kadın Birliği, 1915’teki Lahey Zirvesi’nde
bir araya gelen kadınlar tarafından devlet adamlarının barışı koruma
istekliliği ve kabiliyeti konusunda hayal kırıklığına uğramaları sonrası
kurulmuştur (Confortini, 2012). WILPF’in temel amacı farklı görüşlerden,
düşüncelerden, coğrafyalardan ve dini inançlardan kadınları bir araya getirerek
savaşın nedenlerini ve nasıl ortaya çıktığını incelemek, bu sayede de ‘’ebedi
barışı’’ sağlamaktır. Immanuel Kant’ın ‘’Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir
Deneme’’ isimli eserinden esinlenerek kabul edilen bu görüşe göre; toplumda
silahlı bir çatışma tezahür etmese dahi şiddet sürmektedir. Çatışmaların
durdurulması ile barış ortamının sağlandığı ve tüm sorunların çözüldüğü
varsayılamaz çünkü yapısal şiddet, toplumsal cinsiyet güç ilişkileri bağlamında
sürekli olarak devam etmekte; sosyal, kamusal ve ekonomik alanlar gibi pek çok
alanda süregelmektedir. Barışın inşa süreci için kadınların karar alma
mekanizmalarında eşit ve tam katılımı olması gerektiğine inanan WILPF bu
doğrultuda attığı adımlarla yüz yıldan fazla bir süredir kadının uluslararası
sistemdeki rolünü artırmak ve barışın inşasını sağlamak için çalışmaktadır.
WILPF tek bir
görüş üzerinden ilerleyen, yalnızca tek bakış açısına sahip bir kurum değildir.
İçerisinde farklı görüşlerden, düşüncelerden, coğrafyalardan ve dini
inançlardan kadınların bir araya gelmesi sebebiyle yaklaşımı çeşitlilik
sunabilen bir kurumdur. WILPF ilk bir araya geldiği dönemde de bir kesim
kadınların ekonomik ve sosyal alandaki hakları için çabalanmasının
gerekliliğini vurgularken başka bir kesim de siyasi hakların gerekliliğinden
bahsetmiştir. Siyasi haklar çerçevesinde kadınların oy haklarını kazanması ile
sosyal ve ekonomik hakların kazanılacağını iddia etmişlerdir. Dolayısı ile amaç
doğrultusunda ortak bir amacı güderken, kullanılacak araçlar ve izlenecek yol
bağlamında farklı görüşler kurum içerisinde bulunabilmektedir. WILPF’in 1919
yılında Zürihte yaptığı toplantıda Clara Ragaz’ın yaptığı bir konuşma bu
çeşitlilik konusunda dikkat çeker. Ragaz yaptığı konuşmada kadınların oy
hakkının kendi başına gelecekteki savaşların önlenmesi için bir silah olup
olmayacağının, henüz kadınlar arasında bile tartışmalı bir soru olduğunu
söyler. Dahası, topluluk içerisindeki kadınlar arasında var olduğunu düşündüğü
üç farklı görüş ayrımını belirtir.
1) Kadının özgürlüğünün kendisi barışı sağlayacaktır.
2) Kadınların özgürleşmesi tek başına barışı
getirmeyecekse de yapbozun bir parçasıdır.
3) Kadınların tam özgürleşmesi ancak adalet ve barış
dünyasında olacaktır. (Confortini,
2012)
Sonuçta tek bir
kadınlık veya kadınsılık olamayacağı gibi barışa giden süreçte de tüm kadınlar
için tek bir ortak yol olması pek mümkün görülmemektedir. Küresel kuzeydeki bir
kadın için gerekli görülen barış çözümü, küresel güneydeki bir kadının
sorunlarını içerisine almıyor olabilir. Amaç doğrultusunda neredeyse hem fikir
olan feminist görüşler, yöntemler konusunda baktıkları açıya göre
farklılaşabilmektedir. Liberal feministlere göre hak, hukuk, eşitlik vurgusu
daha ön plandayken post-yapısalcı feministlere göre söylem, güç-iktidar
ilişkileri, toplumsal inşa, dilin kullanımı öne çıkmaktadır. Liberal
feministlere göre her alanda ortak sayısal eşitlik ile kadın-erkek ilişkileri
arasındaki sorun çözülebilecekken post-yapısalcı feministlere göre çözüm bu
kadar kolay değildir çünkü esas sorun toplumsal dinamiklerde, güç-iktidar
ilişkilerinde gizlidir. Bu yüzden de feminist teori perspektifinde barışın inşa
süreci için tek ortak bir yol bulunmaz, farklı yorumlar farklı barış yöntemleri
sunmaktadır. Yine de esas olan, her düşünceden pek çok kadının çeşitli
sorunlarını dile getirmesi sayesinde birçok farklı alanda ortak bir mücadele
veriliyor olmasıdır. WILPF barışa ve özgürleşmeye dair yaptığı bu çok görüşlü
katkılar ile alanında ilk ve en önemli kurumdur.
‘’Savaşın
çılgınlığına ve dehşetine’’ son vermek ve ‘’kalıcı barışı’’ inşa etmek için
kurulan WILPF 2000 yılında Güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı kararı kabul etmesi
konusunda öncü rol oynamıştır (Otto, 2015). 1325 numaralı Birleşmiş Milletler
kararı feminist çabaların sonucu olarak ciddi bir başarı olarak görülmüşse de
devamında alınmaya devam edilen kararlar 1325 kadar iç açıcı olmamıştır. Özellikle
1325 numaralı karar kadınların her alanda eşit katılımının sağlanması,
haklarının korunması, hem çatışma döneminde hem de sonrasında kadınları sisteme
dahil etmek için yöntemler önerir. Yaşanan sorunların temelini görmek ve bu
sorunları çözmek açısından aldığı kararlarla etkileyicidir. Fakat sonrasında
gelen 1820, 1960 gibi kararlarda BM kadını yalnızca ‘’korunması gereken’’
olarak görmeye başlar ve aldığı kararlar da çoğunlukla cinsel şiddetten
korumaya yöneliktir.
Birleşmiş
Milletler ve Kadın Barış ve Güvenlik çalışmalarına (WPS) WILPF katkısı ile
dahil olan feminist çevre her ne kadar BM vasıtası ile sistemi dönüştürmek
istese de kendi görüşlerinden de ödün verdiği noktalar olmuştur. Kalıcı barışın
inşası için çatışmaların durması, silahsızlanmanın olması gerektiğine inanan
feminist görüş BM içerisindeyken çatışmaların meşrulaştırılma araçlarından biri
olmuştur. Örnek vermek gerekirse; ABD’nin Afganistan’a yaptığı müdahalede Afgan
kadınların kurtarılmaya ihtiyaç duyduğunu belirterek meşrulaştırdığı dış
aksiyonu çokça tartışılmıştır. Bugün günümüzde dahi ABD Afganistan’dan
askerlerini çektiğinde, pek çok akademik yayın tarafından Afganistan’daki
kadınların yalnız ve korumasız bırakıldığına dair yazılar paylaşılmıştır.
Dianne Otto ‘’Women Peace and Security: A Critical Analysis of the Security
Council’s Vision’’ isimli yazısında feminist çabaların BM içerisindeki etkinliğinin
yeniden sorgulanması gerektiğini tavsiye etmektedir. Judith Butler’a göre ise;
‘’Güvenlik Konseyi’nin barışa yaklaşımı uluslararası silah pazarının sürekli
olarak genişlemesine, devletin güvenlik kurumlarının, yetkilerinin artmasına ve
dolayısıyla daha baskıcı, cinsiyetçi politikalara sebep oluyor.’’ (Butler,
2013). Dolayısı ile BM’nin izlediği güvenlik politikaları sürekli devam eden
bir paradoksa benziyor. Yunan filozofların Ouroboros ismini verdiği, kendi kendini
yiyen bir yılan ya da ejderha şeklinde tasvir edilen bir sembol, sürekli olarak
kendini yok eden ve tekrar yaratan bir döngüyü sembolize eder. Birleşmiş
Milletler’in de barış perspektifinde izlediği yöntem budur. Ortaya koyduğu
güvenlik ve barış perspektifi ile militarizmi ve patriarkal yapıyı teşvik
ederken bir yandan da çatışmaları engellemek için çabalamaktadır.
Silahsızlanma,
savaş karşıtlığı ve pasifizm feminist görüşteki çoğu kadın tarafından
benimsense de bu görüşe karşı olan feministler de vardır. Birinci Dünya Savaşı
döneminde barıştan ziyade savaşı destekleyen ‘’vatansever’’ ve milliyetçi
feministler pasifist savaş karşıtı feministleri vatansever olmamakla ve
feminizmi lekelemekle suçlamışlardır (Ünlü, 2020). Gerek milliyetçi
yaklaşımların gerekse dönem içindeki popülist söylemlerin etkisi ile savaşı
destekleyen feministlerin olduğu görülmektedir. Bunlardan hiç etkilenmeden de
savaşı destekleyen çünkü savaş dönemindeki toplumsal dönüşüm sürecinden
faydalanılarak kadınların sisteme daha kolay entegre edilebileceğine inanan bir
kesim de vardır. Bir diğer kesim ise kadının ‘’barışçıl doğasına’’ dikkat
çekerek, barış sürecinde daha etkin rol oynanabileceğinden, savaştan
sonrasındaki barış döneminde toplumsal dinamiklerin yeniden inşası sırasında toplumsal
cinsiyet bağlamında yeni bir inşa sürecinin başlatılabileceğinden
bahsetmektedir. Bu ‘’barışçıl doğa’’ söylemi cevap olarak gelebilecek karşı
söylem açısından tehlikeli bir sonucu teşkil edebilir, dolayısı ile daha
derinden incelenerek kullanılıp kullanılmaması üzerine düşünülmelidir.
Barış kavramı
çoğunlukla kadına dair ve pasifist olarak görülürken savaş ise maskülen
tavırlar gerektiren bir ‘’erkek işi’’ olarak kabul edilir. Kadınların ‘’doğası
gereği barışçıl’’ yapısı sayesinde barış çalışmalarında etkin rol
oynayabilecekleri şeklinde bir düşünce hem uluslararası ilişkiler içerisinde
hem de doğrudan bazı feminist kesimlerde hakimdir. Bu düşünce feminist
çevrelerce çokça tartışılsa da unutulmamalıdır ki ataerkil bir sistem
içerisinde her alanda eşit hak talebinde bulunan kadınlar ‘’barışçıl bir yapı’’
ile tanınmak isterlerse, eril sistem onları bu kez de savaş sürecinden
dışlayacaktır. Çünkü sistem ikililikler üzerine inşa edilmiş, grilerden
arındırılmıştır. Kadınların barışçıl olarak kabul edilmesi, savaşta ‘’etkin
olamayacakları’’ şeklinde bir söyleme dönüştürülebilir. Dolayısı ile doğrudan
barışçıla dayandırılan bir söylem, yaratacağı sonuç itibari ile tehlikeli
olabilir.
Yine de kadın ve
barış hareketlerine dair bir yorum getirilmesi gerekirse, kadınların mantıklı
hareket etme dürtüsüne değinilmelidir. Kadınlar çocukluklarından, gençliklerine
ve yetişkin oldukları zamana kadar hata yapma konusunda erkeklere kıyasla daha
az özgürdür. Çünkü, kadın olmanın ve kadınsılığın ikincilik, kötülük ya da dezavantajlılık
olarak kabul edildiği pek çok toplumda kadın kendini ispatlamak istemiyle
yetişir. Erkeğin sahip olduğu avantajlara sahip olmayan kadının hata yapma
kotası daha düşüktür ve bu sebeple de ‘’mantıklı’’ olana yönelerek aldığı
kararlardaki riski azaltıp, doğru sonuca ulaşma ihtimalini artırır. Biyolojik
ya da hormonal terimlere değinmekten kaçınsam da konunun gidişatı ile ve zaten
sosyal-toplumsal yapı sonucunda da aynı davranışın yaşandığını yukarıdaki ispat
ile gösterdiğim için biyolojik bir örnekle anlatım pekiştirilecektir. Finans
içerisinde bulunan, yatırım ve borsa ile ilgilenen insanların duymuş
olabileceği bazı söylentiler yıllarca halk arasında dolaşmıştır. Bazı finans
şirketlerinin çalışanlarına, yani onlar adına alım-satım işlemi yapan traderlarına
östrojen hormonu takviyesi yaptığı, hatta orada çalışmak için bu takviyeyi
zorunlu tuttuğu söylentileri yayılmıştır. Yayılan bu söylentiler sonrasında
çıkan pek çok haber ile de gerçekliğini ispatlamıştır. Guardian’ın yaptığı bir
habere göre dünyaca ünlü bir Amerikan yatırım fonu erkek bir çalışanını yatırım
yaparken daha az agresif bir halde hareket etmesi için kadın hormonları
kullanmaya teşvik etmiştir (The Guardian, Clark, 2007). Biraz araştırıldığında
daha pek çok yatırım şirketinin erkek çalışanlarının risk iştahını sınırlamak,
daha mantıklı alım-satım işlemleri yaparak daha çok kazandırması için bu tarz
yöntemlere yönlendirdiği görülebilir.
Leicester
Üniversitesinde yapılan bir araştırmaya göre de testesteron gibi steroid
hormonlarının yüksek risk alma kararlarını etkilediği, erkeklerin uyaranlara
karşı kadınlardan daha duyarlı olduğu ispatlanmıştır. Yine yapılan aynı
araştırma erkek traderların kadınlara göre ortalama olarak daha az başarı
gösterdiğini ispatlamıştır (Bose, S., Ladley, D., & Li, X. (2020). Nature’ın bir
başka araştırma raporuna göre de testesteron ve kortizola bağlı olarak değişen
benzer bir sonuç ortaya koyulmuştur. Hem kortizol hem de testesteron
seviyesindeki değişikliklerin farklı davranışlara sebep olarak risk iştahı
üzerine etki ettiği ve finansal piyasalarda istikrarsızlaşmaya sebep
olabileceği öngörülmüştür (Cueva,
C., Roberts, R. E., Spencer, T., Rani, N., Tempest, M., Tobler, P. N., ...
& Rustichini, A. 2015). Verilen bu örnekler ve araştırmalardan yola çıkılırsa,
kadınların gereksiz risklerden kaçınarak başarılı ve mantıklı sonuçlara ulaşma
konusunda erkeklerden daha istikrarlı olduğu söylenebilir. Savaş getirdiği
yıkım ve acılar sebebi ile kaçınılması gereken bir şey olarak kabul edilir.
Dolayısı ile savaşa karşı barışı tercih etmenin daha mantıklı bir karar olacağı
yadsınamaz bir gerçektir. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde barış gibi daha
mantıklı bir sürecin işlenmesinde kadının daha etkin rol oynaması süreç
içerisinde istikrarın sağlanmasında son derece etkili olacaktır. Fakat verilen
örnekten de görülebileceği gibi finans şirketleri daha mantıklı trade edebilme
kapasitesine rağmen kadın çalışan sayısını artırmak yerine, erkek çalışanlarını
kadın hormonu kullanmaya teşvik etmektedir. Kadının sistem içerisindeki
başarılı rolü kabul edilse dahi sisteme daha fazla entegre edilmesinden
kaçınılmaktadır. Barış sürecinde de bunun yaşanmasının önüne geçmek için
kadınları bütün karar alma mekanizmalarında ve sürecin her alanında sisteme
dahil etmek konusunda feminist barış hareketleri son derece önemlidir. Sonuçta
bütün varsayımlar bir kenara bırakıldığında, kadın doğuştan gelen bütün
alanlardaki eşit temsil hakkı sebebi ile barış konusunda da erkeklerle eşit
durumda olmalıdır.
Feminist görüşün barışı ‘’savaşın
olmaması’’ durumu gibi realist teorinin getirdiği alışkanlıklarla
tanımlamadığından önceki bölümlerde bahsedilmişti. Feminist görüşe göre savaş
yalnızca çatışmalarla sürmez, yapısal şiddet çatışma öncesi ve sonrası dönemde
de sürekli olarak var olmaktadır. Bu yüzden sosyal, toplumsal ve ekonomik
alandaki yapısal şiddeti oluşturan sebeplerin ele alınması onlara karşı çözüm
oluşturmak açısından önemlidir. Cinsiyet doğrudan doğuştan getirilen bir kavram
olmaktan ziyade, toplumsal cinsiyet güç ilişkileri bağlamında aile ve toplum
tarafından farkında olarak ya da olmayarak oluşturulur. Henüz çocuklukta kız
çocuklarına pembe, kırmızı, turuncu gibi daha sıcak, ‘’masum ve tatlı’’ renkler
giydirilirken; gelecekte ‘’evinin direği’’, ‘’vatanın müdafaacısı’’, olacak
erkek çocuklarına bu renkler yakıştırılmaz daha çok mavi gibi soğuk renkler
giydirilir. Oyuncaklar başkalaşır, öğretilen davranışlar ve konuşma tarzları farklılaşır.
Kız çocuklarından sessiz, saf ve güzel olmaları beklenirken erkeklerden güçlü,
istikrarlı ve dik başlı olmaları istenir. İnsanlık tarihi boyunca oluşturulan
bütün patriarkal öğrenimler nesiller boyunca aktarılır ve yapısal şiddet de bu
aktarım ile devam eder.
Yapısal şiddet çoğunlukla şiddet
denildiğinde gözde canlanan fiziksel/doğrudan şiddetten farklıdır. Dolaylı,
fiziksel olmayan, sistemsel ve görünürlüğü daha az olan bir şiddet türü tasvir
edilir. İktidar-güç ilişkileri bağlamında inşa edilmiş toplumsal cinsiyet güç
ilişkileri içerisinde tahakküm altında olan kadının uğradığı dolaylı şiddet
kamusal, siyasi, ekonomik, sosyal alanların her birinde gerçekleşmektedir.
İktidarın oluşturduğu bütün alanlar kadının ikincilliği üzerine kurulmuştur.
Eğitim almak istediğinde eşit eğitim alamayan, çalışmak istediğinde eşit maaş
alamayan, siyasi alanda eşit temsil haklarına sahip olmayan kadınlar patriarkal
sistem içerisinde haklarını edinmek için sürekli mücadele etmek zorunda kalır
(Tatar, 2021). Toplumsal hayat içinde dezavantajlı bir konuma itilen kadınlar
sistem içerisinde sürekli olarak baskıya maruz kalırlar. Kurumların ataerkil
yapısı sebebi ile içerisinde bulunduğu kurumda (iş hayatı, eğitim hayatı fark
etmeksizin) kendini gösterebilmek için maskülen davranışlara zorlanan pek çok
kadın görülebilir. Erkeklerin ‘’erkekliğini’’ ispatlama yükümlülüğünü kurum
kendisi üstlenirken, kadına bir de bunu ispatlama yükümlülüğü getirilir.
Toplumda sesi gür kadınlar çoğunlukla kötü anılırken, sakin yapılı kadınlar ‘’ideal kadını’’ tanımlar. Gerek iş hayatında gerekse kamusal alanda kadının sisteme dahilse bile çok karışmaması beklenir, patriarkal kurumlar dönüşüm sürecine direnmek için söylem araçlarını sıkça kullanırlar. ‘’Elinin hamuruyla erkek işine karışma’’, ‘’kadının asli görevi önce anneliktir’’, gibi söylemlerle kadın kamusal alanın dışarısına itilmektedir. Erkeğin babalık görevi sorgulanmazken, kadına doğrudan biçilen rol anneliktir. Kadının kamusal alandan önce evde çocuğa bakmak, hasta aile üyeleri ile ilgilenmek, yemek yapmak, temizlik yapmak gibi görevleri üstlenmesi beklenir. Bugün günümüzde dahi ‘’modern’’ atfedilen devletlerde kadına biçilen öncelikli roller çoğunlukla böyledir.
Koronavirüs (Covid-19) pandemisi sürecinde işsizlik bütün dünyada artarken, kadınlarda artan işsizlik oranının erkeklere kıyasla daha fazla olduğu gözlemlenebilir. Yukarıda Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün verilerine göre hazırlanmış grafiğe bakılırsa pandemi döneminde kadınlardaki işsizlik oranının erkeklere kıyasla daha fazla olması göze çarpmaktadır. ‘’Kadınlar hâlihazırda erkeklere kıyasla üç kat daha fazla ücretsiz bakım işi yapmaktayken, Covid-19 ile birlikte ücretsiz bakım çalışmaları, çocukların okula gitmemesi, yaşlıların artan bakım hizmetleri ve aşırı sağlık hizmetleriyle beraber artış göstermiştir.’’(Cengiz, 2020). Dolayısı ile kadın işini yapmak, kariyerini izlemek istediğinde önüne koyulan sistematik engellerle yapısal şiddete uğratılmakta, süreklilik arz eden zorluklar karşısına çıkartılmaktadır. Bu toplumsal cinsiyet rolleri çocukluktan itibaren sistemde tahakküm altında olan kadına yüklenir. En kötüsü de çoğu kadının farkında olmadan ya da farkında olsa dahi sistemin baskıcı yüzü ve kısıtlar sebebi ile bu tahakküm araçlarını kabullenmek zorunda kalmış olmasıdır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde çatışmanın aslında yalnızca sahalarda olmadığı, savaşlar bitse de kadına karşı yapısal şiddetin sürekli olarak devam ettiği görülmektedir. Bu yüzden de kadına ve bütün cinsiyetlere karşı olan toplumsal cinsiyet güç ilişkileri değişip tahakküm unsurları ortadan kalkmadıkça kadın tamamen özgürleşmiş ve ‘’ebedi barışa’’ ulaşmış sayılmayacaktır.
Feminist barış hareketlerine dair
bir başka tartışma konusu da küresel kuzey ve küresel kuzey arasındaki bakış
açıları üzerinden ilerlemektedir. İki tarafında birbirinden farklı sorunları
olması sebebi ile barışa karşı yaklaşımları da farklılaşır. Küresel güneyde
feminist yaklaşımı benimseyen akademik çevrelerin kuzeyin indirgemeci ve
yüzeysel yaklaşımını eleştirdiği görülebilir. Küresel kuzeyde çoktan aşılmış,
ya da artık sık görülmeyen sorunlar güneyde hâlâ devam etmekte, hayati önem
taşımaktadır. Batılı yaklaşımların miras, savaş, sömürgecilik, kıtlık gibi
sorunların yaşandığı küresel güneydeki sorunları açıklamakta yetersiz kaldığı
iddia edilmektedir (Bumet, 2012). Küresel güneydeki çoğu ülkede iç
karışıklıklar, hükümet sorunları, iç savaşlar, sömürge politikaları ve dış
devletlerin müdahaleleri yaşanmaktadır. Dolayısı ile bu bölgedeki kadınların
fiziksel güvenliği her an tehlike altındayken batılı kadınların sorunları ile
ortak sorunları gözetme konusunda eşit sayılamazlar. Ruanda İç Savaşı’nda
(1990-1994) zulme uğrayan Tutsi bir kadın ile ABD vatandaşı bir kadının
sistemden beklentileri ve yaşadıkları sorunlar benzer olsa da haliyle aynı
olamayacaktır. Coğrafyanın getirdiği farklar dahi bir kenara bırakılıp
düşünülürse, pek çok farklı ‘’kadınlık’’ olduğu gibi farklı barış
beklentilerinin olması da normaldir.
Kadın bedeninin sürekli olarak
araçsallaştırılması, kadın bedeni üzerinden birçok çevrede yorum yapılması yine
patriarkal inşanın hem aracı hem de sonucudur. Kadın bedeninin erkek bedenine
göre daha ‘’kırılgan ve naif’’ olarak görülmesi, kadının erkeğin yaptığı işleri
yapmaya uygun olmadığını meşrulaştıran bir söylemi ortaya çıkarır. Kadın bedeni
bu sebeple daha ‘’kusurlu’’ gibi gösterilirken, kendine yüklenen annelik
rolüyle de bir yandan kutsallaştırılmaya çalışılır. Kadın bedeni ile vatan
toprakları arasında ilişki kurulur. Devlet sınırları namus kabul edilir, bu
sınırların izinsiz geçilmesi ise namusa karşı saldırı olarak varsayılmaktadır.
Dolayısı ile kadın bedenine yapılan bir saldırı doğrudan kadına karşı yapılsa
dahi kimi durumlarda başka bir toplumu aşağılamak, küçük düşürmek, kışkırtmak
için de şiddete başvurulduğu görülmektedir. Ruanda İç Savaşı’nda Hutuların
Tutsi kadınlara karşı uyguladıkları cinsel şiddet eylemlerinin nedenlerinden
biri de Tutsi ırkını aşağılamak, ortadan kaldırmak, intikam almak ve küçük
düşürmek olmuştur. Çatışma esnasında ortaya çıkabilen bu tip saldırılar, halkı
kinlendirerek karşı harekete geçirme ve yeniden bir çatışma başlatma ihtimali
sebebiyle de tehlikelidir. Kadına karşı uygulanan her şiddetin tamamen ortadan
kaldırılması bu ataerkil zihniyetin ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır.
Kadın bedeni üzerinden mesaj vermeye çalışan, kadın bedenini araçsallaştıran,
ona saldıran her eylem ve söylemin ortadan kaldırılması için var olan bütün
alanlarda çalışmalar yürütülmelidir. Güç-iktidar ilişkileri mevcut olan bütün
alanlarda yer aldığı için karşı eylemlerin de bütün alanlarda devam etmesi
yoluyla toplumsal cinsiyet güç ilişkileri dönüştürülmelidir.
Sonuç olarak 1919 yılında WILPF’in
kuruluşu ile başlayan feminist barış hareketleri yıllarca sivil toplum alanında
çalışarak toplumsal cinsiyet rollerini değiştirmek, kadının her alanda
erkeklerle eşit temsilini sağlamak için çalışmalarını yürütmüştür. 1325
numaralı kararın kabulü ile BM içerisinde de dönüşüm sürecini başlatmış,
uluslararası alanda etkinliğini artırmıştır. Bu çaba dahilinde izlediği yoldan
ve amaçlarından fedakârlık etmişse de yapılan eylemler ve çabaların sistemdeki
katkısı yadırganamaz büyüklüktedir. BM içerisindeki rolünün ve perspektifinin
sorgulanması, yapıcı yönde eleştirilmesi ile izlenecek çabalar daha da olumlu
hale gelecektir. ‘’Ebedi barışın’’ sağlanması sürecinde izlenecek tek bir
olmayacağı gibi WILPF’in de kendi içerisinde birçok farklı görüş ve tavsiyeyi
barındırıyor olması önemlidir. Çünkü patriarkal sistem mevcut olan her alanda
etkinliğini korumakta, otoritesini devretmekten kaçınmaktadır. Bu yüzden de
toplumsal cinsiyet güç dinamiklerinin değiştirilmesi yolunda atılabilecek her
çeşit adım ortak amaca (ebedi barış) katkı sağlayacaktır. Savaş, barış,
güvenlik gibi terimler kullanılırken hangi anlamda kullanıldıklarına dikkat
edilmelidir çünkü tüm bu terimler ataerkil bir zihniyete mensup olarak toplumda
yer edinmiştir. Karşı söylem ile dönüştürülebilecek bu terimler toplumsal
tabakada güç dinamiklerini değiştirebilir, söylemin başkalaşması yoluyla toplum
da dönüştürülebilir. Toplumun kullandığı dil varlığı tanımlaması ve ortaya
çıkarması yönünden son derece önemlidir. Varlığa atfedilen değer, ona dil ile
katılan anlam ölçüsündedir. Dolayısı ile söylem analizi ve karşı söylem üzerine
çalışmalar feminist yaklaşımdaki bütün çabalar ile beraber sürekliliğini
korumalıdır.
KAYNAKÇA
Özlük, E. (2014).
Uluslararası İlişkiler Disiplininin Doğuşu, Kimliği ve Sorunları. Şaban
Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre
Yayınları, (s 110).
Arı, T. (2002). Uluslararası ilişkiler teorileri. İstanbul:
Alfa Yayınları.
Doğan, F. & Özlük, D. (2016).
FEMİNİST ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ELEŞTİRİSİ: CİNSİYET,
DEVLET VE GÜVENLİK . Sosyal Ekonomik Araştırmalar Dergisi , 16 (32) , 53-70 .
DOI: 10.30976/susead.302135
Foucault, M. (198019861985). The History of Sexuality. 1st Vintage Books ed.
New York: Vintage Books.
Confortini, C.C.,
2012, Intelligent Compassion: Feminist Critical Methodology in the
Women's International League for Peace and Freedom, Oxford: Oxford
University Press.
Clark, A. (2007). Boss Urged Me to Take Female Hormones,
Says Trader's Lawsuit, TheGuardian.
Bose, S., Ladley, D., & Li, X. (2020). The
role of hormones in financial markets. International Review of
Financial Analysis, 67, 101434.
Cueva,
C., Roberts, R. E., Spencer, T., Rani, N., Tempest, M., Tobler, P. N., ...
& Rustichini, A. (2015). Cortisol and testosterone increase financial risk
taking and may destabilize markets. Scientific reports, 5(1),
1-16.
Otto, D. (2015). Women, peace and security: a
critical analysis of the Security Council's vision.
ÜNLÜ, A. D. Uluslararası Ilişkilerde
Kadınların Barış Hareketi: Barış ve Özgürlük için Uluslararası Kadın
Birliği. İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları Dergisi, (20),
107-128.
Butler, Frames of War;
Ratna Kapur, “Gender, Sovereignty and the Rise of a Sexual Security Regime in
International Law and Postcolonial India,” Melbourne Journal of International
Law 14 (2013): 317–45.
Tatar, H. (2021). ULUSLARARASI
İLİŞKİLER DİSİPLİNİNDE FEMİNİST GÜVENLİK VE YAPISAL ŞİDDET . Akademik
Yaklaşımlar Dergisi , 12 (1) , 110-136.
OECD, Unemployment rate,
Total, % of labour force, Jan 2019 – Feb 2021, https://data.oecd.org/chart/6A5l
[Erişim Tarihi: 03.01.2022].
Cengiz, O.
(2021). Kapitalizm, Küreselleşme ve Covid-19 Sonrası Yeni Dünya Düzeni .
Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi , 7 (2) , 35-57 . DOI:
10.25272/j.2149-8539.2021.7.2.03
Bumet, J.E. (2012) ‘Situating Sexual Violence in Rwanda
(1990–2001): Sexual Agency, Sexual Consent, and the Political Economy of War’
African Studies Review, 55(2), 97 – 118.
OECD,
Unemployment rate, Total, % of labour force, Jan 2019 – Feb 2021, https://data.oecd.org/chart/6A5l [Erişim Tarihi:
03.01.2022].

Yorumlar
Yorum Gönder